Lozan’a saldırıyla gelen yeni bir ihanet dalgası Türkiye, tarihi boyunca pek çok ihanetle karşılaştı. Ancak bugün yaşanan süreç, sadece bir terörle mücadele meselesi değil; doğrudan ülkenin tapusuna, Lozan’a, devletin üniter yapısına yönelmiş çok yönlü bir operasyonun parçası.
Diaspora Kürtleri Konfederasyonu (DİAKURD) adlı yapı üzerinden sahnelenen bu senaryo, görünürde sivil ve kültürel haklar talebiyle başlıyor; ancak perde arkasında açıkça Türkiye’nin bölünmesini hedefliyor. 2022’de Stockholm’de kurulan DİAKURD, diaspora Kürtlerini temsil ettiğini iddia ediyor. Almanya, Fransa, İsveç, Japonya ve Avustralya’dan katılımcıları bulunan bu örgüt, ilk kongresini ise Kuzey Irak’taki Erbil’de yaptı.
Kuruluşunun hemen ardından Ankara’da Cumhurbaşkanlığına başvurarak Kürtlere kendi kaderini tayin hakkı verilmesini talep etti. Bu açıkça, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kısmının kendinden koparılmasını istemek anlamına geliyordu. Cumhurbaşkanlığı bu başvuruya cevap vermedi. Ardından Ankara İdare Mahkemesi’ne dava açıldı. Mahkeme, anayasanın ilk dört maddesine açıkça aykırı olduğu gerekçesiyle davayı reddetti. Karar, istinaf mahkemesi tarafından da onandı.
İç hukuk yollarının tükenmesinin ardından DİAKURD, 2024 yılının Eylül ayında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’ne başvuruda bulundu. Komite, bu başvuruyu kabul etti. Başvurunun içeriğinde ise Türkiye’nin Lozan’dan vazgeçmesi, Kürt halkının ayrılması ve dört parçalı bir Kürdistan’ın kurulması talepleri yer aldı. Bu başvuruya zemin hazırlayan hukuki dayanaklar da yok değil. 2003 yılında AKP ve CHP’nin ortak oylarıyla TBMM’de kabul edilen iki uluslararası sözleşme kamuoyunda bilinen adıyla “ikiz yasalar” bugün yaşanan gelişmelerin önünü açtı.
Kişisel ve Siyasal Haklar ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmeleri, halkların kendi kaderini tayin hakkını uluslararası güvence altına alıyor. İşte DİAKURD, Birleşmiş Milletler’e yaptığı başvuruda bu hükümlere dayanarak Türkiye’yi sorgulatıyor. İçeride derin sessizlik, dışarıda tehlikeli adımlar Bir yandan yurt dışında Türkiye’yi hedef alan tehlikeli adımlar atılırken, içeride ise derin bir sessizlik ve şaşırtıcı bir duyarsızlık hüküm sürüyor.
Dahası, bazı siyasi aktörlerin açıklamaları bu sürece adeta zemin hazırlıyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, bebek katilinin “DEM Parti’ye gelsin, Meclis’te konuşsun” yönündeki sözleri, terörün siyasi uzantılarına meşruiyet kazandırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Bir zamanlar ‘bölücü’ dediği yapılarla bugün “mecliste konuşsun” diyerek aynı zeminde buluşan Bahçeli, hem kendi tabanına hem de milletin vicdanına hesap vermek zorundadır.
MHP yıllardır “şehit kanı” üzerinden siyaset yaptı. Bu söylemle yıllarca kendine alan açtı, oy topladı. Bugün ise aynı parti, bir dönem terörist dediği yapının meşrulaşmasını savunur bir çizgiye evrilmiş durumdadır. Eğer bugün PKK’nın siyasallaşmasına göz yumuluyor ve “kendini feshettiği” algısı üzerinden meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyorsa, yıllarca şehitlerin aziz hatırasını merkeze alarak siyaset yapan çevrelerin de bu gelişmeler karşısında tutarlı ve ilkeli bir duruş sergilemeleri beklenir.
Bir dönem “bebek katili” ifadesiyle tanımlanan bir ismin, bugün “Meclis’te konuşsun” önerileriyle siyasi alanda konumlandırılmak istenmesi, söylemlerle eylemler arasındaki uçurumu gözler önüne sermektedir. Madem “çözüm süreci” anlayışı yeniden dillendirilmeye başlanmıştır, o hâlde geçmişte şehitler üzerinden siyaset yapanların bugün sessiz kalması, sadece bir çelişki değil; aynı zamanda toplum vicdanında sorgulanması gereken bir durumdur.
Bu tablo karşısında “terörsüz Türkiye” masalı anlatmak, halkı avutmak dışında bir anlam taşımıyor. Çünkü asıl terör, artık sadece silahla değil; sözleşmeyle, kurumlarla, uluslararası başvurularla geliyor. Devletin varlığını tehdit eden bu yumuşak operasyonlara karşı susmak, en az desteklemek kadar tehlikelidir. Lozan, sadece bir antlaşma değil, Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. Bu tapuya uzanan her el, hangi gerekçeyle olursa olsun, bu millete karşı bir ihanetin parçasıdır.
Dört parçalı Kürdistan söylemi, sadece Türkiye’yi değil, tüm bölgeyi kan gölüne çevirecek bir emperyal tasarımdır. Kimse bunun “sivil haklar” perdesi arkasına saklanmasına izin vermemelidir. Bir milletin geleceği, geçmişine sahip çıkmasıyla mümkündür. Lozan’ı savunmak, yalnızca tarihî bir antlaşmayı değil, bir milletin bağımsızlık onurunu savunmaktır.
Yorum Yazın
Facebook Yorum