AK Partili dostlarımızla sohbet ederken defalarca karşılaştığım bir tavır var ki, ne akılla ne imanla izah etmek mümkün: Parti ne yaparsa yapsın, Reis ne söylerse söylesin, “vardır bir bildiği” diyerek savunmaya geçmek… Üstelik ortada açık bir haksızlık, adaletsizlik, israf ya da inancımıza ters düşen bir icraat dahi olsa. Hatta bu tür eleştirileri dile getirenler hemen “hain”, “bozguncu” ya da “fitneci” ilan ediliveriyor.
Merak ettim, sordum: “Ne içiyorsunuz da bu kadar sarhoş oluyorsunuz?” Tabii ki bu söz mecazen, ironiyle söylenmiş bir cümle. Ama sarhoşluk mecazi anlamda da olsa ortada: Hakikate karşı bir körlük, eleştiriye karşı bir tahammülsüzlük, lideri neredeyse masum ilan eden bir aidiyet sarhoşluğu…
Sonra biraz daha inceledim, araştırdım. Bu kör itaate bir de dini kılıf bulunmuş: Hudeybiye Anlaşması… Efendimiz’in (sav) Mekkelilerle yaptığı bu anlaşma, yıllardır AK Parti tabanına “sabır” ve “hikmet” gerekçesiyle enjekte edilmiş. Bazı maharetli propagandacılar, bu anlaşmayı adeta sihirli bir formül gibi kullanarak her yanlışı meşrulaştırmanın anahtarı hâline getirmişler.
Hatta bir televizyon programı için gittiğim Duisburg’da, çok sevdiğim, eskiden Milli Görüşçü olup sonradan AKP’li ve reisçi olmuş bir abimle iftar yemeğinde otururken, yanındaki kişi için “O da senin gibi her şeye macun çekiyor” dedim. O da bana dönüp, “Onun kitabı bile var, Hudeybiye Anlaşması’nın içeriğini çok iyi biliyor” dedi. O an bir kez daha anladım ki, bu anlayış sadece basit bir sadakat duygusundan değil, ciddi bir tarihsel yanlış yorumdan besleniyor. Bir tür “meşrulaştırma dini” hâline gelmiş durumda. Oysa gerçek bambaşka.
Hudeybiye, bir teslimiyet değil; uzun vadeli bir stratejinin parçasıydı. Hz. Peygamber (sav), o gün için şartlar gereği anlaşma yapmış ama ardından kısa sürede bu süreci Mekke’nin fethiyle taçlandırmıştır. Hudeybiye, hakikate sessiz kalmak değil; sabırla, akılla ve stratejiyle zalimin oyununu bozmanın adıdır.
Bugün yapılan yanlışlara göz yummak, yolsuzluklara, adam kayırmacılığa, lüks ve israfa sessiz kalmak; bırakın Hudeybiye’yi, imanla bile bağdaşmaz. “Sizden kim bir kötülük görürse eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78) Daha da kötüsü, bu anlatımlar sayesinde halkın önemli bir kısmı artık sorgulamıyor.
Lüks araçlar, milyonluk saatler, şaibeli ihaleler, Lüks araçlar, milyonluk saatler, şaibeli ihaleler, eş-dost kayırmacılığı… Bunların hepsi “vardır bir bildiği” diyerek geçiştiriliyor. Oysa biz biliyoruz ki “zulme rıza, zulüm gibidir.” Ve zulme rıza gösterenle zulmeden aynı saftadır. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.
Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya daha yakındır.” (Mâide Suresi, 8. Ayet) Ey dostlar! Hudeybiye’yi yanlış anlayanlar, bu ümmete rehberlik edemez. Çünkü Hudeybiye, sonunda Mekke’nin fethine çıkan bir yoldur; sarayın değil, halkın kazanacağı bir sürecin adıdır. Bugün artık susma zamanı değil. Görülmeyeni görmek, gecikmeden harekete geçmek zorundayız.
Aksi takdirde, kaybettiğimizi fark ettiğimizde çok geç olabilir. “Zalim sultan karşısında hakikati söylemek en üstün cihattır.” (Ebu Davud, Melahim 17) Biz Saadet Partisi olarak hakikati savunmaya, adaleti öncelemeye ve doğruları dile getirmeye devam edeceğiz. Çünkü bizim yolumuz şahıslara değil, değerlere bağlı bir yoldur. Bizim liderimiz hakikattir, rehberimiz Kitabımızdır, pusulamız adalettir. İtaat, sadece Allah’a ve Resulü’ne olur. Kula kulluk edenler, kendi putlarını dikmiş olur.
Biz o putları değil, o putları kıran İbrahim’i örnek alırız. 19.04.2025 Yazar hakkında: Şaban Turhal, Almanya’da çalışan bir emekçi olarak yaşamın içinden gözlemlerini yazıya döker. Özellikle çalışma hayatı, sosyal politikalar ve yurtdışındaki Türklerin karşılaştığı sorunlarla ilgilenir; aynı zamanda bu konulara yönelik çözüm odaklı düşünceler üretmeye çalışır.
Yorum Yazın