Almanya’da iç istihbarattan sorumlu Federal Anayasa Koruma Teşkilatı (BfV), Almanya için Alternatif Partisi’ni (AfD) “kesinleşmiş aşırı sağcı” olarak sınıflandırdı. Bu açıklamanın ardından ülkede bir kez daha “parti yasağı” tartışmaları gündeme geldi.
Oysa bu tartışma yeni değil. AfD’nin doğuşuna ve gelişimine bakıldığında, bu partiyi anlamadan sadece yasaklamayı konuşmak, meseleyi yüzeyde oyalamak olur. AfD, 2009-2010 yıllarındaki Euro Krizi sürecinde, Almanya’nın Avrupa ülkelerine yaptığı mali yardımlara karşı çıkan bir grup tarafından kuruldu. Yunanistan, İrlanda, Güney Kıbrıs gibi ülkelerin krizden çıkması için Almanya’nın 190 milyar Euro’luk Avrupa İstikrar Mekanizması’na katkı sağlaması birçok kişi tarafından sorgulandı.
Bu sorgulamanın sonucunda, Almanya’nın Euro’dan çıkıp tekrar Alman Markı’na dönmesini savunanlar AfD çatısı altında toplandı. Yani AfD, başlangıçta bir ekonomik protesto hareketiydi. Fakat zamanla yön değiştirdi, siyasi söylemi sertleşti ve aşırı sağcı ideolojiye kaydı. Kurulduğu dönemde yüzde 5 barajını dahi aşamayan bu parti, bugün anketlerde birinci sırada çıkıyor.
Üstelik bu yön değişimini yalnızca dışarıdan gözlemleyenler değil, bizzat partinin kurucuları da gördü. AfD’nin kurucuları birer birer partiyi terk etti. Partinin önde gelen isimlerinden Bernd Lucke, Konrad Adam ve Frauke Petry, “Bu parti çığırından çıktı” diyerek ayrıldılar.
Oberursel’de partiyi kuran 18 kişiden 13’ü, “Bu artık bizim temelini attığımız parti değil” diyerek yollarını ayırdı. Bu noktada merkez partiler ve medya, sadece AfD’ye karşı duruş sergilemekle yetinmemeli; aynı zamanda bu ayrılıkların sebeplerini de iyi analiz etmeli. Topluma, korkutmadan, tehdit dili kullanmadan, partinin ideolojik yapısını açıklamalı ve neden endişe edildiğini samimiyetle ortaya koymalıdır.
Çünkü sadece “karşıyız” demek, insanların bu partiye yönelmesini engellemez. Ben AfD’nin yasaklanması fikrine karşıyım. Evet, söyledikleri rahatsız edici olabilir. Evet, bazı çıkışları toplumsal birlikteliği tehdit edebilir. Ama unutmamak gerekir ki, bugün bu partiye seçmenlerin yaklaşık üçte biri oy veriyor. Bu kadar insanı yok saymak, sadece o partiyi değil, o insanların kaygılarını ve sıkıntılarını da yok saymak demektir.
Demokrasi, sadece katıldığımız fikirlerin değil, katılmadıklarımızın da yaşamasına alan tanıyan bir sistemdir. Yasaklamak, kısa vadeli bir çözüm gibi görünse de, uzun vadede dışlanmışlık hissini besler. Dışlanan bireyler ise radikalleşmeye daha yatkındır. Şunu samimiyetle sormalıyız: AfD neden bu kadar cazip hale geldi? İnsanlar hangi korkularla, hangi hayal kırıklıklarıyla bu partiye yöneliyor? Geleneksel partiler neden bu seçmenleri ikna edemiyor?
CDU, SPD, Yeşiller gibi partiler neyi eksik yaptı, neyi görmekte gecikti? Bu sorulara cesurca yanıt verilmedikçe, bir partiyi yasaklamak toplumsal kutuplaşmayı azaltmaz, aksine derinleştirir. Çünkü mesele AfD’nin varlığı değil, onun temsil ettiği duyguların neden bu kadar güçlü hale geldiğidir. Ben açık ve saygılı diyaloğu savunuyorum.
Çünkü demokrasinin gücü, karşıt fikirleri susturmakta değil, onları anlamakta ve daha güçlü fikirlerle cevap verebilmektedir. Siyasi mücadele, mahkeme salonlarında değil, sandıkta kazanılır. Rakipleri yargı yoluyla değil, halkı ikna ederek yenmek gerekir. Demokrasi, zıt görüşlerle baş edebilmeyi de içinde barındırır onları susturmayı değil.
Yorum Yazın
Facebook Yorum